Giriş Yap

Blog

Son Yazılar
Karabalasagun… Ya da Cengiz Han geriye ne bıraktıysa…

Karabalasagun… Ya da Cengiz Han geriye ne bıraktıysa…

Sabahın köründe kalkıyoruz alışkanlık üzerine. Şehirde pek gezecek yer olmaması nedeniyle ilk defa bu gezide yorgunluk nedir pek bilmiyoruz. Fakat stres elbetteki var. Dönüş uçuşu sabaha karşı 6:10 ‘da. 3 gibi havalimanında olmamız gerekiyor. Havalimanına bizi götürecek bir araç bulmamız gerekmekte. O saatte toplu taşıma olmadığı için hiç istemesem de taksi kullanmak zorunda kalacağız. Taksi ayarlamaları için ev sahiplerimi arıyorum ama henüz bir dönüş yok. Bir çare bulacağız nasıl olsa.

Bugün önce Tokmak şehrine oradan da Burana’daki kuleye gideceğiz. Ama öncelikle Doğu Garına gitmemiz gerekli. Minibüse biniyoruz. Bişkekte çok sayıda Hintli öğrenci var. Bunlara soruyorum yanıt yok. Jibek Jolu üzerinde bu terminal. Jibek Jolu İpek Yolu demek. Tarihi ipek yolu yani. Neyse minibüs şoförü bizi doğru yerde indiriyor ve minibüslerin kalktığı yere ulaşıyoruz. Yakınlardaki bir döviz bürosundan para bozduruyorum.

Çok sayıda minibüs kalkıyor. İçeri geçiyoruz. Şoför geliyor yanımıza.

–          “Kaç akça?” diye soruyorum.

–          “Elli, elli, elli;cüz elli” diyor.

–          “Cüz bolsun tüz bolsun” dediğimde de “cüz elli yahşidir” diyor.

Kısa sürede araç doluyor. Tokmak ‘a kadar olan yol pek bir ilginçliğe sahip olmaksızın akıyor. Yol kenarlarında metal kovalar içinde satılan elmalar, tarlalardan yeni toplanmış ve kendilerini depo yada pazarlara nakledecek kamyonları bekleyen patates ve mısırlar var. Ha, birde “Luxembourg” diye bir yerden geçtik. Ne ilgisi var Allah bilir.

Tokmak ‘ın otobüs terminalinde iniyoruz. Şehrin dışında biraz. Daha ilk adımlarımızı henüz atmışken yuvarlak yüzlü, ufak tefek bir adam gelip “taksi ister misiniz?” diye soruyor.

–          “Nereden anladın Türk olduğumuzu?” diye sorduğumda aldığım yanıt neşeli oluyor.

–          “Aga, Türkçe konuşmaları duyunca baktım. Senin Türk olduğun belliydi de abladan emin olamadım. Belki Avrupalılar diye bekledim” dedi.

Yıldız hemen atılıp “Ben Balkanların Türküyüm, Avrupalıyım” diyerek adamı haklı çıkarttı.

Hava kapalı mı kapalı… Terminal ile antik kent arası 15 km kadar. Bir saatlik bekleme ve dönüş dahil 1000 som’ anlaşıyoruz ki bu standart meblağ.

Gittiğimiz yer tarih derslerinden hatırlayacağımız Karabalasagun kentinin kalıntılarına ev sahipliği yapıyor. Aslında kalıntı falan da kalmamış, sadece bir kule kalmış geride. Önceleri Karahanlıların ardından Karahitayların başkentliğini yapan devasa kent önce Cengiz fırtınası ile karşılaşmış. Ardından Timur gelmiş. Pek çok deprem de şehri yerle bir edivermiş. Tıpkı zamanında Tahranın Rey şehrinin bir köyü olduğu halde günümüzde bir metropol haline gelmesi  gibi zamanla Tokmak şehri Buranayı geçivermiş. Burana kelimesi de günümüzdeki kuleden geldiği sanılan bir sözcük. Minare kelimesi zamanla Buranaya dönüşmüş.

Şoför yolda bir köy ve kenarda duran bir yığın insan gösterip bunların da Türk olduğunu söylüyor. Sonra benim afalladığımı anlamış olacak ki bizim gibi Türkler olduğunu söylüyor. Kafkasyadan sürüldüklerini ve bizim gibi konuştuklarını söylediği için Ahıska Türkü olduklarını varsayıyorum.

Sonunda ulaşıyoruz hedefe. Uçsuz bucaksız bir ovada bir kule, bir tane doğal olması mümkün olmayan bir tepecik – ki tırmanıp üzerinde dolandığınızda bunun bir tümülüs olduğunu göreceğiz zaten- ve ileride pek çok balbal ve taş yazıtın sıralandığı bir kısım tüm şehirden kalan.

Giriyoruz. Hava öyle soğuk ki… Zaten en ufak bir esintiyi bile engelleyecek bir şey yok. Hele ayaz öyle bir esiyor ki alnım sızlamaya başlıyor. Sağ tarafta hanlara ait mezarlar olduğu yazan küçük yapılar var. Solda ise panolarda çeşitli dillerde bilgilendirme yazıları. Mesela kule 48 m iken çeşitli etkenlerle günümüzde 25 m ye dek nasıl inmiş. Kulenin orijinal halinin temsili resmi ve üzerindeki kufi yazıların açıklamaları gibi ne isterseniz var kısaca.

Kuleye yönelip yanındaki platformdan tırmanıyoruz ama kulenin girişi kilitli. Platformdan inerken topluca bir kadının bize doğru geldiğini görüyorum. Bizimkilere görmezden gelmelerini söylüyorum ama kadın kararlı bir şekilde bana doğru yaklaşıp Rusça bir şeyler söyleyince,

–          “Salam hala, kandaysın?” diyorum. Şaşırmıyor bile ben de kuleye nasıl gireceğimi soruyorum.

“Açkıç “ diyor. Bedava girmemin cezası buysa epey ağır kaçtı diye düşünüyorum.  Anlıyorum ki anahtar burada “açkıç” demekmiş. Teyzem tarihi kulenin anahtarını bana emanet edince bir keyifleniyorum anlatamam. Ama bizimkiler çoktan balbalların girişine ulaşmışlar bile. Yanlarına koşuyorum. Kuleye çıkarken rüzgar sağlam vurdu. Bişkekte 0 derece olan hava burada eksi kim bilir kaç. Hissedilen kavramına girmiyorum bile.

Balbal eski Türklerde savaşçılara ait mezar taşları. Genelde sağ elleri, göğüslerinde bir şarap kadehi tutar halde ufka doğru bakan heykeller bunlar. Sol ellerinde de genelde bellerine asılı kılıçların kabzaları. Orijinal mekanlarında yaklaşık birer metre arayla öldürdükleri düşman askeri sayısı kadar beyaz, yuvarlak taşlar konurmuş önlerine. Hatta bir savaşçının önünde iki bin taş olduğunu anlatan yabancı kaynaklara denk gelmiştim çok zaman önce.

Türlü türlü balbal var. Kırgızistanın çeşitli yörelerinden getirilmiş, dizilmişler buraya tıpkı arkalarında dizili yazıtlar gibi. Yukarılarda uçan karga ve kartallar isabetli atışlarıyla heykelleri vurmuşlar. Sapanım olaydı da birkaçını indireydim diye hayıflanıyorum. Bazı balballar çok sevimli. Hele ufak tefek bir tanesi var ki ona “küçük enişte balbalı” adını veriyorum. Atalarım için üç kuluvallah bir elham okurken  oğlumun taşların arasında neşe ve ilgiyle gezdiğini görüyorum. Eşim diğer tarafta başka yazıtlara bakınıyor.

Alanın sonuna dek gidiyorum. Aniden yol başlıyor. Dönüşe geçiyorum. Sanki rüzgar kesildi artık üşümüyorum. Bunu yanıma gelen oğlumla da paylaşıyorum. O da “aynen” diyor “hava ısındı sanki”. Nedenini bilmiyorum ama değişik bir sıcaklık var. Öyle ki bu taşların herhangi birinin dibine uzanıp dünyayı umursamaksızın uzanıp uyuyabilirim. Bambaşka bir huzur, kendini güvende hissetme duygusu sarmalamış durumda.

Yazıtlar pek komplike parçalar değiller. Sağlı sollu yerleştirilmiş çok sayıda genelde üzerilerinde tek bir keçi yada geyik olan taşlar bunlar. Ama hepsi ile ilgilenip fotoğraflıyorum.

Mete önde ben hemen ardında yapay tepeye tırmanıyoruz. Yıldız direkt olarak kuleye doğru gitti. Tepe kısmen kazılmış. Bir tanesi hamam olarak adlandırılan diğerinin ne olduğuna dair hiçbir bilgi olmayan ve benim de anlamlandıramadığım yapılara denk geldik. Muhtemelen kilden yapılmış kiremitlerle örülmüşler. Orta kalınlıkta kiremitler bunlar.

Kuleye dönüyoruz. Anahtarı kullanarak kilidi açıp içine giriyoruz. Yıldız da kuleye tırmanmaya niyetlenmişti ama basamaklar o kadar dar ki ben ve Mete nasıl çıkacak derdindeyim. Aydınlatma da yok. Yıldız vazgeçiyor. Ben önde Mete arkada tüm aydınlatmayı Yıldızın cep telefonu ile sağlayarak merdivenden ağır ağır çıkıyoruz. Üç tur kadar dönmeden son aşamaya ulaşıyoruz. Ama o son basamaklar oldukça yüksek. Son basamakta takılıp bir çuval gibi düşüverdim yan tarafa. Ucuz atlattım diyebilirim. Allah korusun geriye doğru devrilsem oğlanı da altıma alıp girişe kadar düşmemiz mümkündü.

Kulenin üstü büyük bir teras. Her taraf görünüyor. Baharda ya da yazın harika manzaraların olduğunu çekilen fotoğraflarda görmüştüm. Sonsuzluğa uzanan gelincik tarlalarına uzanan ovalar ilerideki dağlarla buluşup ufka uzanıyor. Şu an ise koyu gri gökyüzünün altında bir ova sadece. Oğlumla konuşuyoruz. Zeminden bir şey görünmese dahi arkeolojik kazılarda yukarıdan bakıldığında yapılan tespitlerden bahsediyorum. Gerçekten de renk farklılıkları buradan çok belirgin bir şekilde gözlemlenmekte.

İnişte anahtarı kadına teslim ediyorum. Kadın müzeyi gezmemizi istiyor. Müze dediği tek bir odadan ibaret. Bulunan bir iki taş vb sergilenmekte. Üzerinde haç olan taşların açıklamasında Karabalasagun da Nasturiliğin de izleri olduğunu öğreniyoruz. Magnet temini buradan yapılabiliyor.

Çıkıyoruz. Şoför, isteğimiz üzerine bize yiyecek bulmak için iyi bir yerler arıyor. Zengin turistlerden sandı herhalde. “Yok”, diyoruz “halk nerede yiyorsa oraya götür bizi. “

Bizi terminale bırakıyor ama oradaki yerleri gösteriyor. Hırpani bir yere giriyoruz. Bu tip yerlerde hareket fazla olduğu için kalite düşük dahi olsa meyve, sebze taze olur. O nedenle rahatız sipariş verirken. Gelen kız da Rusça girişiyor lafa. “Kırgız tili” diyorum. “Denerim” diyor. “Deneme, devam et. Zaten konuşuyorsun”

Gülümseyip siparişlerimizi soruyor. Şorpo ile başlıyoruz. Bizim çorba. Suyun içine haşlanmış koyun pirzolası konuluyor. İçinde havuç, dereotu vb ne ararsanız var. Dehşet kuvvetli bir besin ama koyun etinin kokusu her kaşıkta burnuma doluyor. Sonuçta bizler şehirli olarak koyun etine pek de alışık değiliz. Bir de koyun eti burada olanca yağı ile geliyor ki sormayın.  Artı olarak baba oğul biz mantı aldık. Devasa mantılar tabii burada da. Eşim ise adını çok duyduğu “lahman” sipariş etti. Lahman erişte üzerine dökülmüş türlü olarak betimlenebilir.

Yemeği yedik. Başkentten uzakta fiyatlar her zaman makul. Benim hoşuma gidense ben koyun etine dokunmazken oğlumun koyun etinin yanı sıra bembeyaz yağları bile ısırıp kemiği sıyırması oldu. İnşallah isteği, hevesi kaçmaz ve şartlar da uygun gider de buralarda daha çok görünür. Hep dediğim gibi buralar bizlere atalardan birer miras ve insan sahip olduklarını kontrol etmeli arada sırada.

İlgili Mesajlar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir